Devir Osmanlı dönemi. Mahkemelerde Kadı Efendinin görev yaptığı dönemler. Vatandaşın biri pazardan bir At satın alıyor. Atı eve götürünce atın hasta/sakat olduğunu görüyor. Satıcıya iade etmek için geri götürüyor. Satıcı geri almayınca adam “bende Kadıya şikâyette bulunurum” dedi. Adam mahkemeye gitti fakat Kadı hazretleri yerinde yoktu. Adamda mecburen ertesi günü beklemeye karar verdi ama at geceleyin öldü.
Ertesi gün olunca vatandaş Kadı hazretlerine vardı: “Efendim ben bir at satın aldım. Fakat at sakat çıktı. İade etmek istedim, satıcı geri almayı kabul etmedi. Size geldim hakkımı koruyasınız diye. Dünde siz yerinizde yoktunuz. Bu gecede at öldü ve geri iade etme şansım da kalmadı. Bu duruma ne buyurursunuz?” deyince, Kadı Efendi dedi ki “ Demek ki ben görevimi ihmal etmişim, yerim de olmadığım için seni zarara sokmuşum, öyleyse o atın bedelini sana ben ödeyeceğim” diyerek çıkarıp atın parasını adama ödedi.
Şimdi bu kıssadan hisse çıkardığımız zaman, özellikle devlet kademesin de çalışan görev yapan en üst makamdan aşağı makama kadar herkesi ilgilendiren durum ortaya çıkıyor. Acaba göreve gelmediğimiz zaman veya ihmal edip savsakladığım da ne gibi zararlara sebep oluyorum. Ve bu zararı kim tazmin edip kim karşılayacak? “ Devletin parası çok bana ne!” mantığını ancak ahmaklar söyler.
Mesai saati içinde kendine ait işlerle ilgilenip devletin veya çalıştığımız yerlerin zarara girdiğini ve aldığımız paranın da içine şüphe karıştığını hiç düşünmedik mi?
Cami görevlisi imam kardeşimizin, o gün izin günü olmadığı halde gelmediği zaman, mahallede bir hacı baba namazı kıldırırken hata ederek namazı ifsat ettiyse, bir başkası ibadetin sıhhatine zarar verdiyse? Daha sonra bunun zararını para olarak da ödemeniz mümkün değil. Bunun hesabı kime, ne zaman ve nasıl vereceğiz? Ciddi manada düşünelim.
Yine mesai saati içinde vatandaşın ve devletin işini veya çalıştığımız şirketin işi ile meşgul olmak dururken, telefonla, bilgisayar da oyunlarla vs. şeylerle meşgul olunduğunda, o dakika içinde aldığımız para helal olmaz. Şu kurum şu fabrika diye bunun bir ayırımı olmaz.
Örneğin, yakın zamanda doktorların yapmış olduğu grev gündemi baya değiştirmişti. Ne olursa olsun devletin bir kurumunda çalışmak hiç kimseye ayrıcalık tanınmaz, aksine daha çok mesuliyet ve titizlik yüklenir.
Sağlık Allah'ın kuluna verdiği imandan sonra en büyük nimettir. İşin özü sağlık evrenseldir bölünemez ve dini ırkı olmaz. “Bende çok birazını sana vereyim” gibi özelliği olmayan bir nimettir. Padişahtan çobana herkes bu nimete muhtaçtır. Sağlık olmayınca birçok ibadet bile kişiden sakıt olur düşer.
O kadar önemli bir nimet ki, birinin başkasının sağlığını bozacak bir teşebbüsü " kul hakkıdır".
Zıddı ise, başkasının hastalığına koşup, iyileşmesine vesile olursan tüm dünyayı ayağa kaldırmış gibi sevabı vardır. O yüzden hekimler mesleklerinin kıymetini nimet bilmelidir.
Doktor kapısına gelen her hasta Allah tarafından gönderilmiş aciz ve muhtaç kişi olarak gelir. Hastalık kıyamete kadar insanoğluna yazılmış değişmez kaderdir. Doktorluk hastanın kaderiyle buluşma mesleğidir. Sabır edilecek.
Gerek bu meslek, gerek başka meslekler seçilirken her türlü sıkıntısı, getiri götürüsü göze alınmış demektir.
İnsanla uğraşmak zor. Hasta demek nazlı insan demek. Anlayanı gelecek, anlamayanı olacak, çobanı gelecek, şehirlisi köylüsü gelecek. Sabır edilecek. Her meslek sabırla yürür. Hasta ve doktor birbirini nimet bilecek. Düşman gibi veya sırtına yük görmeyecek.
Hastaneler gerek devlet gerek özel fark etmez, görevli olan kim varsa, devletin verdiği imtiyaz ile orada bulunma hakkı verildiğini unutmamalı. Verilen vazife bize bir emanettir. Vatandaşı baştan savarak gönderme, ciddiye almama gibi durumların hem dünya hem ahirette vebali büyüktür.
Vazife şuurunu hakkıyla yerine getirmek, devlete millete en mükemmel hizmettir.