Son Dakika Haberler
Pendnâme-i Attâr, Ferîdüddin Attâr’ın çok kıymetli bir eseridir. Şöhreti sınırsız olan bir kitaptır. Osmanlı medreselerinde ders olarak okutulmuştur.
Kaynağı Kuran-ı Kerim ve sünnete dayanan 910 beyitlik öğütlerden, ahlaki bilgilerden oluşan önemli bir kitaptır. Ferîdüddin Attâr, kendisinden sonra yaşayan pek çok mutasavvıf-şair ve edîbe önderlik etmiş ve onlar üzerinde etkili olmuştur. Meselâ Mevlânâ, Şebusterî, Sa’dî, Hâfız ve Molla Câmî bunlar arasında sayılabilir. Mevlânâ, Attâr’ı “âşıkların önderi” saymış, tasavvuf yolunda kendisini küçük, onu büyük olarak vasıflandırmış, eserlerinde ondan istifade etmiştir. Bu kıymetli eseri, Mehmed Murâd Nakşibendî yıllar önce çevirisini yapmıştır. Daha sonra değerli eserin daha iyi anlaşılması için günümüz diline Muhammet Altaytaş, Emir Hüseyin Yiğit ve Hasan Şahin Aktaş tarafından yeniden çevrilmiştir. Kitapın hazırlanış serüveni ile ilgili olarak Muhammet Altaytaş hoca ile yaptığımız sohbeti sizlere sunuyoruz. Emekleri için Ayşe Bağcıvan’a çok teşekkür ediyorum.
Ferîdüddin Attâr’ın Pendnâme eserinin şerhi olan Pendnâme-i Attâr şerhini, 2021 yılında Büyüyenay Yayınevi’nden okurla tekrar buluşmasını sağlayan çok titiz bir çalışma ile yayın hayatına kazandırdınız. Öyle ki hassasiyetiniz, kitabın kapak tasarımından son sayfasına kadar kendini hissettiriyor. Böylesi titiz bir çalışmanın sürecinden bahseder misiniz? Pendnâme kitap fikri ilk nasıl doğdu, aşamalarından bahseder misiniz?
Malumunuz uzmanlık alanım Kelam yani Tasavvuf, Edebiyat ya da Ahlak değil. Fakat insan olarak varolmanın meseleleri,birçok kimse gibi beni de bahsi geçen alanlarla ilgilenmeye sevk etmiştir. Klasik Türk alfabesiyle yazılmış Türkçe edebi metin okumalarına yoğunlaştığım bir döneminde İSAM Kütüphanesi’nin raflarında tesadüfen, Feridüddîn Attâr’ın Pendnâmesi’ne yapılmış, daha önce ne eseri ne de müellifi hakkında bilgi sahibi olduğum, aynı zamanda Mesnevi şârihi olan Murad-ı Nakşbendî’nin Kitâbu ma-hazar, şerhu alâ Pend-i Attâr isimli Pendnâme şerhiyle karşılaştım. Masama oturup bir müddet göz gezdirdikten sonra hemen fotokopisini alma ihtiyacı hissettim. Daha sonra metni altını çizerek okudum, fakat geride bırakamadım, tesiriyle zaman zaman tekrar dönmek zorunda kaldım. Bu arada metnin günümüz Türkçesi’yle yayınlanmadığını fark ettim. Bu dönemde bu türden metinleri beraberce okuyup müzakere ettiğimiz iki Edebiyat Öğretmeni, E. Hüseyin Yiğit kardeşimiz ve aynı zamanda hâl ehli olan H. Şahin Aktaş dostumuzla kitabı yayına hazırlamaya karar verdik. Üsküdar’daki bir çay sohbetimizde bu niyetimizi, Büyüyen Ay Yayınları’nın sahibi Mustafa Kirenci dostumuzla paylaşınca o da büyük bir heyecanla bizleri teşvik etti. Nihayetinde kitap 2012 yılında yayınlandı. Murad-ı Nakşîbendi, Attâr’ın Pendnâme’sinin beyitlerini eserine Farsça olarak koymuş, sonra her birini Türkçe şerh etmişti. İlk baskıda biz Attar’ın Farsça beyitlerini metne koymadık, sadece şerhini ve sadeleştirmeden çeviriyazı ile latinize edip yayına hazırladık. Günümüzde anlaşılması zor olacağını düşündüğümüz kelimelerin manalarını da dipnotlarda açıkladık. Fakat 2021 yılında yapılan ikinci baskıda orijinali Farsça olan Pend-i Attar’ın beyitlerinin yerine, bu arada bulduğumuz müellifi meçhul yazma manzum bir tercümesini koyduk. Murad-ı Nakşibendî’nin şerhini de günümüzde daha anlaşılır olması için belli ölçüde sadeleştirdik. Böylece eserin son baskısı, Attâr’ın Pendnâmesi’nin manzum tercümesi ile Murad-ı Nakşibendî’nin şerhini bir araya getirmiştir.
Özellikle bir Pendnâme tercümesi hazırlamanızı, zor bir zamanda kendini bulma çabası taşıyan günümüz insanıyla nasıl bağdaştırabiliriz? Günümüz modern insanının içinde bulunduğu buhranı ya da daha açık bir ifade ile çoğu insanda kendini hissettiren ‘eksiklik-yetersizlik’ duygusunu neye bağlıyorsunuz?
Modern vasatta varoluşumuzun temel meselelerine temas eden bu mühim ve zor sorunuzu cevaplama iddiasına da ehliyetine de sahip değilim. Ancak Pendnâme vesilesiyle birkaç hususa işaret edebilirim. Anlayabildiğim kadarıyla hakikat dediğimiz şey kelimeler, hele yazı vasıtasıyla beşeri düzeye inen bir şey olmaktan ziyade belli bir kemal süreciyle kendine yükselmek suretiyle müşahede edilebilen, tadılan bir şeydir. Denilir ki “İlim sadırlarda idi ne zaman ki satırlara indi kayboldu”. Şu halde sözün, yazının hiç mi kıymeti yok. Şöyle ki hak ve aşk ehlinin kelamı da kitabı da Hakk ve hakikate delalet ve işaret eder, satırdan ve kelamdan sadra sirayet etmek üzere bir vesile teşkil eder. İşte hakkelamın rehberliğinden istifadeyle delâletini idrak, kelâmın muhatabınınliyakati, kemal süreci ve çabasıyla doğrudan alakalıdır. İmam-ı Gazali’nin de işaret ettiği gibi dilin okuması kıraat, aklın okuması tefekkür, kalbin okuması hayat ve hakikattir.İşte bu noktada ehl-i hak ve aşkın zevk ve tecrübesinin hasılası olan esaslı kelâm ve kitaplarından istifade bizim için son derece mühimdir. Gerek Attâr gerekse Murad-ı Nakşibendi’nin veya Hâfız’ın, Yunus’un, Mevlânâ’nın…kitab ve kelâmlarının avam havas herkes üzerindeki tesirinin aslında onların sadece kâl değil aynı zamandahâl, hak ve aşk ehli olmalarından olsa gerektir. Varlığı maddeden, hayatı dünyadan, insanı bedenden ibaret sayan, hayatımızı her geçen gün çölleştiren, kalbimizi, kulağımızı, aklımızı, basiretimizi yani hakkı idrak vasıtalarımızı körelten, gafletimizi kesifleştiren modern vasatta, artık hakikati kendilerinden müşahede edebileceğimiz veya kelamındanidrak edebileceğimiz şahsiyetler yok denilecek kadar dünyamızdan çekilmişlerdir. İşte böyle çorak bir zamanda onların eserleri hâla bize, artık unuttuğumuz başka bir dünyayı hatırlatma, kalbimizintozunu silkeleme ve gaflet perdelerimizi aralama imkânı sunmaktadır.
Hiçbir beşer hiçbir toplum birkaç on yıllık tarihi ve mirasıyla şahsiyetli insan ve millet olamaz, varlığını idame ettiremez. Kütüphanelerin raflarındaki el değmemiş yüz binlerce klasik eserle aramızdaki mesâfe kendimiz ve hakîkatle aramızdaki mesâfe anlamına da gelmektedir. Lisânının, tarih ve kültür mirasının yüksekliği ve kıymeti bakımından dünyada en nâdide mevkii işgal eden bir milletin vârisi olan bizlerin bundan yüz yıl önceki ilim, edebiyat ve sanat eserlerimizle, lise tahsili, hatta yüksek tahsil görmüş olanlarımızın dahi irtibat kurmaktanmahrûm olması millet olarak düştüğümüz hali tasvire kâfidir. Bir fert ya da milletin insanî ve irfânî seviyesi, ekonomik geliri ile değildil, düşünce, edebiyat ve sanatının seviyesiyle doğrudan alakalıdır. Bu alanlardaki çoraklığımız, fert ve millet olarak düşüşümüzün de işareti olarak görülebilir. Şu halde çare bellidir, mümkün olduğunca lisanımıza vukûfiyet ile ilim, irfan, kültür ve sanat mirasımızdan istifade etmek.
Edebiyat tarihimizde pendnâmelerin ayrı bir değeri var. İlk örneği on ikinci yüzyılda Feridüddin Attâr’ın Pendnâmesi gerek kendi dönemindeki gerekse kendinden sonraki dönem edebiyatını etkileyerek öncü bir rol üstlenmiştir. Size göre bu eserin hem kendi dönemini hem de kendinden sonraki dönemleri etkilemesini nasıl izah edebiliriz?
Hem muhteva hem de motivasyon bakımından kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Sünnet olan pendnâmelerin, ifade ve üslûbu edebiyatın, irfanî ve ahlakî tarafı ise tasavvufun hamurunda yoğurulmuştur. 910 beyitlik manzum bir eser olan Attâr’ın Pendnâme’si, Türk/İslâm kültür ve hayâtını derinden etkilemiş, sizlerin de ifade ettiği üzere edebiyatımız üzerinde de mühim tesirler icrâ etmiştir. Pendnâme’nin müellifi Feridüddin Attâr’ın, Horasan Selçukluları’nın son zamanlarında, büyük ihtimalle 537/1142 yılında Nîşâbur’da doğduğu, 618/1221 yılları civarında öldüğü tahmin edilmektedir. Eczacılık ve tıp ile meşgul olduğu için Attâr lakabıyla meşhur olmuştur. Babası bir Kübrevî dervişidir. Attar da bu muhitte yetişir. Otuz dokuz yıl tasavvufla ilgili şiir ve hikâyeler toplar. Peygamberler ve veliler hakkında çok kitap okur. Mekke, Medine, Irak, Şam, Mısır, Hindistan ve Türkistan’ı dolaşır. Nişabur’da inzivaya çekilir ve eserlerini kaleme alır. Attar, zühd ve takva sahibi, haramlardan sakınan, ibadete düşkün olan Sünnî ve sûfîmeşrep bir zattır. Şiirlerinde aşk ve iştiyakının coşkunluğu dikkati caliptir.
Aynı zamanda anlaşılması kolay bir ahlak kitabı olan Pendnâme, Osmanlı medreselerinde örnek Farsça metin kitabı olarak da okutulmuş, şöhreti sınır tanımamıştır. Fransızca, Almanca, Latince ve Hintçe’ye tercüme edildiği de bilinmektedir. Tarihte Türkçe’ye de birçok manzum tercümeleri yapılmış, birçok defa da şerh edilmiştir. Meselâ Edirneli Nazmî, Emre gibi şahsiyetler tarafında manzum olarak tercüme edilmiş, Şâm’î, Abdurrahman Abdi Paşa, Bursalı İsmail Hakkıve bizim yayına hazırladığımız eserin sahibi Murad-ı Nakşbendîtarafından şerhedilmiştir.Türkçe nasihatnâmelerin çoğu, Attâr’ın Pendnâme’sinin ya çevirisi ya şerhi ya da benzeri olmuştur. Hatta bazı müellifler bu tercümelerini “Acem güzeline Türkî elbise giydirmek” olarak takdîm etmişlerdir.
Attâr, kendisinden sonra yaşayan pek çok mutasavvıf-şair ve edîbe önderlik etmiş ve onlar üzerinde etkili olmuştur.Meselâ Mevlânâ, Şebusterî, Sa’dî, Hâfız ve Molla Câmî bunlar arasında sayılabilir. Mevlânâ, Attâr’ı “âşıkların önderi” saymış, tasavvuf yolunda kendisini küçük, onu büyük olarak vasıflandırmış, eserlerinde ondan istifade etmiştir. Şebusterî de Gülşen-i Râzisimli eserinde: “Şairlikten utanacak değilim ya! Yüzlerce yıl geçer de yine Attâr gibi bir şâir gelmez” demektedir. Attâr’a birçok nazîreler yazan sufi ve şairlerde onu hep hürmetle yâd ederler.
İçinde bulunduğumuz yüzyılı düşündüğünüzde kitaptaki hangi beyitle bu zamana seslenmek istersiniz?
Pend“nasîhat, öğüt, tenbîh ve hatırlatı” manalarına gelen Farsça bir kelimedir. Malumunuz Kur’an-ı Kerim kendisini bir öğüt, zikr/tezkire, Hz. Peygamber’i müzekkir/hatırlatıcı olarak tanımlar. Zikr unutulan bir şeyin hatırlanmasıdır.Aslında ilâhi Kelam bize “Kalû Belâ”da vermiş olduğumuz ve bizim fıtratımızda mündemiç olan ahid ve misakı hatırlatır. İnsanın nisyan yani unutkanlıkla malul olduğu malumdur. Fakat onun kendisini hatırlamaya da kapatması kabul edilebilir bir şey değildir. Attâr’a göre Kur’an-ı Kerim ve nasihat dinlemek kulağın zikridir, zira kulak ilahi kelamı işitmek ve nasihat almak için yaratılmıştır. Bu sebeple “Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden/Akıt ona kurşunu hemân sen deliğinden” denilir. Benzer şekilde gözün zikri haşyet ve takvadan ağlamak,İlâhî kudret tarafından yaratılanlara nazar edip ibret almaktır. Zira Mısrî şöyle der: “Bir göz ki ânın olmaya ibret nazarında / Ol düşmandır sâhibinin başı üzerinde”. Kalbin zikri Allah Teâlâ’ya iman ve muhabbet, dilin zikri ise Kur’an-ı Kerim tilâvet etmektir.
Özellikle sermayenin adeta tanrılaştırıldığı çağımızda dünyevi zenginlik, kişi başına düşen gelir gibi sırf dünyevi ve maddî mülkiyet bütün değerlerin önüne geçirilmiştir. Müslümanım diyenlerin dahi önemli bir kısmı aynı zaviyeden bakarak hak ve iman üzere olmanın gerektirdiği izzet ve şerefin olgunluğunu kuşanmak yerine, Batı’nın zenginliği karşısında aşağılık duygusuna kapılmışlar, çoğu zaman büyük bir hayranlıkla Batı medeniyetine öykünmüşlerdir. Hâlbuki Attâr ve Murâd-ı Nakşibendî derler ki “Dünya malını alçaklara verirler. Ahiret yurdunu yani ulvî cenneti muttakîlere verirler. Zira dünyanın Allah katında değeri yoktur. Eğer olsaydı Kârûn, Nemrûd, Şeddâd ve Firavun’a böyle mâl ve mülk verilmezdi. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: “Eğer dünya Allah’ın katında sivrisineğin kanadı kadar değerli olsaydı Allah ondan bir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.” Ve ilave ederler: “Makam mevki sahipleri ve dünyalık peşinde olanlar önünde kemer gibi eğrilme ki münâfıklara yâr olmayasın. Zenginlere zenginliği için hürmet câiz değildir. Nitekim hadîs-i şerîfte, “Kim bir zengine zenginliği dolayısıyla ikram ederse dininin üçte biri gider” buyurulmuştur.” Bu sebeple nâsihlerimiz, bırakın zenginlere zenginliği ve sırf makam mevkii için hürmeti, münafıkların vasıflarına sahip olan böylesi kimselerle dost olmaktan dahi sakınmayı tavsiye ederler.
Aslında bu öğütler “Kafirlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!” (Âl-i İmrân 3/ 196,197.) âyetinin tefsiri gibidir. Özetle nihayetinde Pendnâme insanın kemâli için hep iki merkeze odaklanır; ilki Kitab ve Sünnet ikincisi de insanın liyâkat kesbederek ve gafletten uyanarak her dem onu idrake müheyya olmasıdır.
Aslında bütün hakikatli metinler gibi, Attâr’ın Pendnâme’sine uygun olarak, Murad-ı Nakşibendî’nin şerhi de avâm/havas okuyan/işiten herkesin kısmeti nispetinde istifade edebileceği kıymetli ve her dem güncel bir eserdir. Aynı zamanda bir eczacı olan Attâr’ın, Horasan taraflarından estirdiği o rayiha,Mâ-hazar şerhi ile buluşarak bilhassa modernliğin aslımızdan, sıhhatimizden, şahsiyetimizden alıp götürdüklerini ve neyi kaybettiğimizi, varoluş gayemizi, ahdimizi ve kendimizi hatırlatması bakımından hâlâ derdimize deva olmaya adaydır.
Yorumlar
09 Aralık 2024
11 Kasım 2024
23 Eylül 2024
27 Ağustos 2024
30 Temmuz 2024