İSTANBUL (AA) -SERHAN AFACAN- İran İslam Cumhuriyeti, ABD'de Donald Trump döneminin bitmesinden son derece memnun ve bunun için Trump'ın İran'a karşı uyguladığı “maksimum baskı politikası” gibi oldukça haklı gerekçeleri var. Artık görünen o ki İran, daha makul bir seçenek olarak gördüğü Joe Biden yönetimiyle yeni bir müzakere sürecine girecek. İranlı diplomatlar bunun son derece çetin bir süreç olacağını bildikleri için bir süredir bu senaryo üzerinde çalışıyorlar.
Esasen, ABD'deki Kasım 2020 seçimlerine giden süreçte İranlı yetkililerin açıklamalarını takip edenler, İran'ın ABD ile yakın gelecekteki ilişkilerine dönük olarak biri örtük diğeri daha açık iki senaryo çalışması yaptığını gözlemlediler. Bunlardan ilki Trump'ın ikinci bir dönem seçilmesi durumunda İran'dan aksi yönde gelen tüm açıklamalara rağmen kaçınılmaz olarak ABD ile girilecek müzakerelerdi. Ancak artık Trump yok ve bu olasılık devre dışı kaldı.
İkinci ve İran açısından daha olumlu olan senaryo ise Biden yönetimiyle girilecek yeni süreç için elde koz biriktirmekti. Zira Biden'ın Trump'a yönelttiği tüm eleştirilere rağmen geride kalan dört yıl yaşanmamış gibi ABD'nin 2018'de çekildiği ve kısaca “Nükleer Anlaşma” olarak bilinen ve Temmuz 2015'te imzalanarak Ocak 2016'da yürürlüğe giren Kapsamlı Ortak Eylem Planı'na (KOEP) geri dönmesini beklemek de naiflik olurdu. Devletler arası ilişkilerde özellikle de ABD-İran ilişkilerinde naifliğe yer olmadığı aşikâr. Beklendiği üzere İran hamleyi görev süresinin bitmesine kısa bir süre kalan Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani hükümetinin diplomatik manevraları değil Devrim Muhafızlarının yürüttüğü nükleer proje üzerinden yaparak sahip olduğu uranyumu mevcut oranın üzerinde zenginleştirmeye başladı. Trump'ın anlaşmadan çekilmesinden sonra anlaşmanın özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya'dan ibaret bulunan Avrupalı taraflarından beklediği desteği göremeyen İran, Mayıs 2019'da yaptığı açıklamayla anlaşmadaki bazı mükellefiyetlerinden geri adım atacağını ilan etmişti. İran'ın bu yöndeki ilk hamlesi, nükleer proje için gerekli ağırlaştırılmış suyun 130 tonu geçmesi durumunda fazlasını başka ülkelere satma sorumluluğunu yerine getirmeyeceğini açıklamak olmuştu.
2 Aralık 2020'de bu defa İran parlamentosu, İranlı nükleer fizikçi Muhsin Fahrizade'nin 27 Kasım'da suikastla öldürülmesinin ardından Ruhani'nin tasarı hakkındaki eleştirilerine rağmen hükümeti “vakit kaybetmeksizin” uranyumu yüzde 20 oranında zenginleştirmeye çağırmak dahil çeşitli adımların atılmasını öngören “Yaptırımları ortadan kaldırma ve İran milletinin çıkarlarını koruma” kanununu kabul etti. Oysa ki KOEP'te bu oran azami yüzde 3,67 olarak düzenlenmişti. Bunun üzerine, İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi 1 Ocak Cuma günü açıklama yaparak ülkesinin bu süreci başlattığını ve girişimle ilgili Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na (UAEA) sunulmak üzere bir mektup hazırladığını söyledi. Peşinen belirtmek gerekir ki İran bu açıklamalarında herhangi bir şekilde silah üretme imasında bulunmadığı gibi konunun uzmanları da nükleer silah için zenginleştirme oranının yüzde 90'ı bulması gerektiğini söylüyorlar. Yani, buna niyetlense dahi İran'ın nükleer silah edinmesinin önünde çok uzun bir yol var. Ancak, belirli bir oranın ötesinde nükleer enerji, hatta silah elde etmek bir zaman meselesine dönüştüğü için konu son derece hassas.
Bu hassasiyet nedeniyledir ki İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Salihi'nin açıklamasıyla aynı gün Twitter adresinden şu mesajı paylaştı: “Parlamentomuzun kabul ettiği kanuna uygun olarak uranyumu yeniden yüzde 20 oranında zenginleştirmeye başladık. UAEA gerektiği şekilde bilgilendirilmiştir. KOEP'in muhtelif tarafları yıllardır yükümlülüklerine uymadıktan sonra gelen bu iyileştirici hareketimiz KOEP'in 36. paragrafıyla bütünüyle uyumludur. Adımlarımız, HERKES yükümlülüklerini TÜMÜYLE yerine getirdiği takdirde tamamen geri döndürülebilir niteliktedir.”
Bu diplomatik mesajı sade bir dille ifade etmek gerekirse İran açıkça nükleer kartı oynamakta ve “önleyici diplomasiye” başvurmaktadır. Ne var ki, ortada iki temel sorun bulunuyor: ABD ile İran arasındaki mesele tek bir alana hasredilemeyecek kadar karmaşık ve İran bu yaklaşımın bölgesel etkilerini “yine” görmezden geliyor.
- Sorun nükleer dosyadan mı ibaret?
Hillary Clinton 2009 yılında Obama yönetiminin dışişleri bakanı olduktan birkaç gün sonra kendisine, Biden tarafından CIA başkanlığına aday gösterilen ABD'nin deneyimli diplomatlarından William J. Burns tarafından İran hakkında sunulan bir bilgi notunda şu değerlendirmeler yer alıyordu:
Bizim temel hedefimiz, İran'ın önemli bir bölgesel oyuncu olduğunun farkında olarak onun aşırılıklarını sınırlamak; İran'ın etkinliğiyle birlikte yaşayabileceğimiz uzun vadeli bir zemin oluşturmak ve İran'ın rejimini değil davranışını değiştirmek olmalıdır. Bu da diğer hususların yanı sıra şunları yapmak anlamına geliyor: İran'ın nükleer silah kapasitesine erişimini engellemek; şiddetli aşırılık ihraç eden bir merkez olmayan istikrarlı ve üniter bir Irak ve Afganistan'daki öz çıkarlarımızı tehdit etmesinin önüne geçmek; İran'ın terörist gruplara destek vererek bizi ve dostlarımızı tehdit etme kapasitesini tedricen azaltmak. Ayrıca, İran'daki insan hakları ihlalleri karşısında da sürekli olarak sesimizi yükseltmeliyiz.
Diğer yandan, Cumhurbaşkanı Ruhani İran'ın baş nükleer müzakerecisi görevini yürüttüğü 2004 yılında ülkesinin dış misyon temsilcileriyle yaptığı ve daha sonra Strateji (Rahbord) dergisinin 30. sayısında “Amerikalı Siyasetçilerin Bencilliği ve Milli Menfaatlerimizi Muhafaza Etmenin Yolları” başlığıyla yayımlanan konuşmasında farklı bir dil ile de olsa aynı şeyleri söylemişti. Ruhani'ye göre Bill Clinton döneminden hatta 1979 Devrimi'nden itibaren ABD'nin İran politikasının üç temel hedefi vardı: İran'ın modern silahlara erişimini ve askeri yönünü güçlendirmesini engellemek; İran'ın ileri teknolojiye erişiminin önüne geçmek ki Ruhani'ye göre Clinton yönetiminin temel amaçlarından biri İran'ın barışçıl nükleer enerjiyi elde etmesine mâni olmaktı; İran'a dış borç ve kredi verilmesini engellemek. Ruhani, ABD'nin her zaman için bu hedeflerine ulaşmak amacıyla İran'a karşı şu taktikleri içeren bir psikolojik harp stratejisi takip ettiğini söylüyor: İran'ı terörle yahut teröristlere destek vermekle suçlamak; İran'da insan hakları ihlali olduğunu iddia etmek; İran'ın nükleer ve kimyasal silah üretme uğraşında olduğunu savunmak; İran'ı kullanarak Ortadoğu'da barışın tesis edilmemesi için sorun çıkarmak.
Dolayısıyla her iki taraf da meselenin nükleer dosyadan ibaret olmadığını ve çok çeşitli başlıkları içerdiğini biliyor. İran'ın bölgedeki vekil güçleri ve balistik füze programı nükleer dosya dışında akla ilk gelen diğer iki önemli başlık. Bu nedenle bir süredir, nükleer dosya dışındaki bazı maddelerin de eklenmesiyle sağlanacak bir KOEP+ formatı dillendiriliyor. Nitekim son olarak Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas 4 Aralık 2020'de yaptığı açıklamada, ABD'nin mevcut anlaşmaya dönmesinin yeterli olmayacağını ve İran'ın balistik füze programının da ele alındığı daha geniş bir anlaşmaya varılmasının tüm tarafların yararına olacağını belirtti. Bu, elbette nükleer projenin kritik önemde olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Öyle ki, İran mevcut tutumunu daha ileri götürür ve UAEA'nın denetiminin bütünüyle dışına çıkarsa iktidarda hangi yönetimin olduğundan bağımsız olarak ABD'den büyük bir baskı görecek hatta iş o noktaya gelirse muhtemelen askeri hedef olacaktır. Belki de birçok boyutu öngörülemeyen kırk yıllık ABD-İran geriliminin en açık boyutlarından biri budur. Bu nedenle ABD, İran'ın bu riski göze alamayacağını bildiği gibi Zarif de mesajında bu hamlenin tarafları müzakereye çekmeye dönük olduğunu net olarak ortaya koydu. Peki bölgedeki komşuları da İran'ın nükleer hamlesini bu netlikte mi okuyorlar?
- Bölgedeki kısır döngü sürer mi?
İran her zaman yaptığı gibi nükleer dosyaya ilişkin çıkışlarında Batılı muhataplarını merkeze koyarken bölgedekileri ikinci plana atıyor. Halbuki İran'ın nükleer projesinin denetim dışına çıkması Türkiye dahil bölgedeki hemen her devleti rahatsız edecektir. İşlerin bu yöne gitmesi durumunda İran, çok etkin bir bölgesel yalnızlaşmaya maruz kalır. Bölgede bir nükleer yarışın başlaması da işin cabası olur. Ancak son birkaç yıldır Hürmüz boğazı ve Basra körfezinde tankerlere dönük yaşanan sabotaj ve el koyma olayları da hesaba katıldığında bölge ülkelerinin gerilimin sürmesinden çok sükûnetin sağlanmasından yana tavır alacağı görülüyor. Zira riskler büyük ve Körfez'de gerilimin daha fazla tırmanması bütün taraflar için maliyetli olur. Bu nedenle, zaman zaman dillendirilenin aksine Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin İran politikaları ne pahasına olursa olsun İran'a saldırmamak üzerine kurulu. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan Al Suud'un 22 Kasım 2020'de Amerikan kanalı CNBC'ye yaptığı açıklamada İran ile girilecek yeni müzakerelerde bölge ülkeleriyle de istişare edilmesi ve konunun bölgesel boyutunu da dikkate alarak KOEP++ formatının benimsenmesi yönündeki çağrısı önemli.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatibzade 7 Aralık 2020'de yaptığı açıklamada Maas'ın önerisini “KOEP zaten yazılmıştır” ve “İran milli güvenliğini taviz ya da müzakere konusu etmeyecektir” diyerek, “orta ölçekli” bir devlet olarak tanımladığı Suudi Arabistan'ın Dışişleri Bakanı Al Suud'un yaklaşımını ise Arabistan'ı “kendi düzeyinde” konuşmaya davet ederek reddetti. Ne var ki ekonomik göstergeleri uzun süredir olumsuz yönde seyreden İran'ın daha önce olduğu gibi şartlar gerektirdiğinde pekâlâ Batılı muhatapları karşısında tavizkar davranabildiği biliniyor. Bilinen bir diğer husus da İran'ın, ABD ve Avrupa devletleriyle müzakere yürütürken dahi bölge ülkelerine karşı katı tutumunu koruduğu. Hasan Ruhani söz konusu konuşmasında ülkesinin ABD baskısıyla baş etme yollarını anlatırken “ABD'ye İran olmaksızın bölgesel sorunları çözemeyeceğini hissettirmek” gerektiğini söylüyor. Bunun ne anlama geldiği ortada. İran bölgedeki mevzilerinden geri adım atmayacak ve bunu önümüzdeki dönemde Biden yönetimine karşı önemli bir kart olarak kullanacaktır. Bu da bölgedeki kısır döngünün süreceğini gösteriyor.
İran, Biden dönemine epey hazır giren devletlerden biri. Bu, Biden'ın İran'ı uluslararası topluma yeniden entegre etme politikası yürüten Obama'nın sekiz yıl yardımcılığını yapmış olması kadar İran'ın ABD ile olan yoğun deneyimlerinden de kaynaklanıyor. Nükleer dosya ufuktaki müzakerelerde önceliklerden yalnızca biri olacak. Müzakerelerin en az KOEP'e giden süreçteki kadar çetin geçeceği ve kapsamlı olacağı ise kesin. Nitekim Ruhani konuşmasını şöyle bitiyor: “Son söz olarak şunu söylemek isterim: Amerika ile yaşanan zorluklar karşısında başarılı olmak için bütün boyutları içeren ve ince bir politika tasarlamalıyız ki şimdikinden daha fazla başarılı olabilelim.” İran'ın nükleer kozu masada gündeme gelecek “bütün boyutlardan” biri olarak iyi bir başlangıç olabilirse de yeni dönemde yeterli olmayacaktır. İran'ın daha ince bir politikaya ihtiyacı olacak. Aksi takdirde İran'ın nükleer kozunun “iyileştirici” yönünden çok işleri kötüleştiren yanı ön plana çıkacaktır.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Dr. Serhan Afacan Marmara Üniversitesi Orta Doğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü'nde öğretim üyesidir]